25 Ağustos 2017 Cuma

HİKÂYE ANLATICILIĞINDA SÖZÜN GÜCÜ-2-


MASALCIYA MEKTUPLAR...




Sevgili Masalcı,

Diyorlar ki masal insan hayatını değiştirip dönüştürebilir. İnsana, yılanın eskimiş derisini bırakması gibi, eskimiş varoluşlarını atmasını öğretir. Yaşam yolculuğunda insana rehber olur. Diyorlar ki masal çölde yolunu kaybetmiş yolcular için kuzey yıldızıdır.

 Peki ama bunu nasıl yapar masal? Bu gücünü nereden alır? Masal bu dönüşüme tek başına mı vesile olur? Ona yardım eden,  gücünü açığa çıkartan birileri var mıdır?

Masal “SÖZ” dür diyorlar… 

Kağıt üzerine hapsedilmiş kelimeler masal değildir. Masal yaşayan insanın ruhundan  kopup gelen sözün ta kendisidir. Ruh canlıdır, kendi kaynağına ulaşmak için her an değişip dönüşür. Denizlere ulaşmak için onca engeli aşan nehirler gibidir ruh. Hep geldiği yere gitme, çıktığı kaynağa geri dönme sevdası ile yanıp tutuşur. Masal da ruha kaynağına ulaşabilmesi için yol gösterendir. Öyleyse masal hem yolun kendisi hem yolun gösterenidir.

Masal “İMGE”dir, diyorlar...

İmgeler kısaca masalın resimleridir. Bu resimler sadece göz ile görülmez. Kulak ile duyulur, burun ile koklanır, deri ile dokunulur, dil ile tadılırlar. İmgeler duyuların dış dünyayı iç âlemin diline çevirirken kullandığı dildir. İmge ne ise  odur. Gösterdiği şeydir yani. Ne eksik ne fazlasıdır. Her masal imge yüklü resimli kitaplara benzer.

Masal “SİMGE” dir, diyorlar…

İmgeler aynı zamanda masalın içindeki simgelerdir. “Her simge bir imgedir.” (Metin Bobaroğlu) Simge kendini göstermez. Her daim kendinin dışındaki başka bir şeyi gösterir. Ancak o zaman simge (sembol, metafor) olur. Mesela bir elma simge olduğunda pazardan satın alıp yediğimiz elma değildir artık. O artık bilginin, bereketin, ilk günahın ve daha başka bir çok haikatin temsilidir. Simgeler elle tutulamayan, gözle görülemeyen, duyular aracılığı ile algılanamayan hakikatleri duyuların önüne getirirler. Çok anlamlıdır ve yoruma açıktırlar. İmge görünümündeki simge çokluğu birliğe çeker. Böylece bir çok hakikat bir simgede bedenlenmiş olur. Nasıl ki ruh bu dünyada var olmak için bedene ihtiyaç duyar. Bunun gibi soyut olan hakikatler de masalda bedenlenirler ve böylece duyuların önüne gelirler. 

Masal ARKETİP’dir,  diyorlar…

Her arketip bir simgedir. Arkeler, İlkeler evrensel değerlerdir. Evrensel olan coğrafi konuma, tarihe, kültüre, insana göre değişmez. Bu evrensel ilkeler, arketipler insan ruhuna içrektir. Her ruh varlığının derinliklerine işlenmiş arketipler ile gelir bu dünyaya. Arketipler insan ruhunda “kollektif bilinçdışının” temsili olarak var olurlar. Arketipler kollektif olanın bireysel olandaki görünümüdür. 

Ne çok şeymiş masal. Ne derin, ne hikmetli bir varoluş! 

Başlangıçta imgeler, simgeler, arketipler soyut kavramlardır (ki zaten kavram soyut olandır). Hayal alemlerinde yaşarlar. Görünmez âlemi mesken tutmuşturlardır.  Yaşadığımız dünyada fiziksel bir varlıkları yoktur onların. Ruhun bu dünyada var olmak için bedenlenmeye ihtiyaç duyması gibi simgeler aracılığı ile temsil edilen soyut hakikatler de bedenlenmek için fiziksel bir mekana ihtiyaç duyarlar. İşte bu mekan masalcının tüm varlığıdır. Beden ruhun evidir. Masalcı da masalın ikamet edeceği sarayı…

Masal bir “HAZİNE SANDIĞI” dır, diyorlar. 

Bu sandığın içinde bereketli tohumlar gizlidir. Her  bir imge, simge ve arketip kalbinde yepyeni  yaşamların potansiyellerini gizleyen bir tohumdur. 

Masal “DÖNÜŞÜMDÜR” dür, diyorlar…

Bunun gerçek olabilmesi için önce masalcı hazine sandığını açmalı, sonra da sandığın içindeki hakikat tohumlarını büyük bir özenle kendi ruh topraklarına ekmelidir. Masalcı masalın gizli hazinelerini kendi ruhuna ekerken aklını, gönlünü ve duyularını kullanır. Bunlar masalcının aletleridir. Böylece masalcı masalı; aklen, kalben ve duyuları aracılığı ile masalı bilmeye başlar. Bilme yolculuğu bitince diller susar, bambaşka bir hakikatin kapısı açılır. Masalcı masalın kendisi olur. Bu aşamaya gelince masalcı susarken masal olur, bakarken masal gibi bakar,  konuşurken masalın dilinden konuşur.

Masalın hakikat tohumları ancak masalcının ruhunda can bulabilir. Tohum varlığındaki tüm güzellikleri masalcının ruhunda açığa çıkartınca bu kadim topraklar muhteşem bir çiçek bahçesine dönüşür. Böyle olunca masalcı değişir. Bunun için bir bahçıvanın sabrına, kudretine ve hikmetine ihtiyaç duyar masalcı. Masalcı hem bahçıvandır hem toprak hem çiçek hem de çiçeğin başkalarını cezbeden kokusu. Böyle olunca da masalcının dudaklarından dökülen SÖZ dinleyicisini değiştirip dönüştürür. 

Anlattığı masalın taşıdığı hazineleri kendi benliğine katamamış, kendisi değişip dönüşmemiş masalcının sözü “hazmedilmemiş bir kelamdan” (İsmail Emre) öteye gidemez. Hazmı zor bu kelam masalcıyı dönüştüremediği için dinleyicisi üzerinde de etki bırakmaz.

Masal “AŞK” tır, diyorlar…

Masal ve masalcı birbirine aşık iki maşuktur. Seven ile sevilen birbirinin uzağında durur mu hiç? İç içe geçmek bir olmak hiç ayrılmamak isterler. Masal ve masalcı da böyle hemhal olmak, bir olmak için yanıp tutuşurlar. Masalın hakikatleri masalcının benliğinde çiçek açmaya başlayınca vuslat gerçekleşmiş olur. Bu vuslatın meyveleri masalcının tüm varlığında görünür olmaya başlar. Onun hali değişmiştir artık. Sözleri, bakışları, duruşu dinleyenine sunulan bereketli meyveler gibidir. Dinleyici bu bereketli meyveleri yemeye başladı mı o da dönüşmeye başlar. 

Masal “SÖZ” dür diyorlar… (Başladığımız yere geri döndük şimdi.)

“Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. diyor Johanna İncilinde. Sözün Tanrının kelamı olabilmesi için masalcının ruhundan kopup gelmesi, onun halini taşıması gerekir. Söz ancak o zaman hakiki olur ve Tanrı’nın kelamını bize taşır.

Söz ve kelime arasında bir fark vardır. Örneğin ADALET kelimesi 6 harften oluşmuş bir simgedir. Bu kelimenin harflerinin şeklinden ötürü bir görselliği, ağızdan çıkınca da bir sesi vardır. Kelime dediğimizde bu görsellik ve sesi kast ederiz. Her kelime aynı zamanda bir simgedir. Tıpkı suyu taşıyan bir kap gibi. Kap kelime ise içindeki su kelimenin gösterdiği hakikattir. Kelimenin görüntüsü ve sesi onun fiziksel varlığı iken hakikati de onun içsel varlığıdır, özüdür. Adalet kelimesinin dış varlığından yukarıda bahsetmiştik. Peki onun iç varlığı neye benzer? Adalet kavramı insanda bedenlenince insanın hali nasıl değişir? Buna bağlı olarak toplumun yapısında neler gözlemlenir? 

İnsan ancak kendi bireysel yaşamında adaleti tahsis edebilirse bu soyut kavram görünür olmaya, ete kemiğe bürünmeye başlar. Kanunların herkes için eşit derecede geçerli olduğu, barış ve huzurun egemen olduğu bir toplum bize göz kırpar. Böyle bir toplumda insanlar güven içinde yaşarlar. Mutlu olurlar. Başkalarının hakkını kendi hakları gibi korurlar. Topluluk olma bilinci gelişmiştir. Masalların bize en çok gösterdiği hakikatkerden birisi adalet olduğuna göre masalcı kendi yaşamında adaleti tahsis etmedikçe anlattığı masallarda adaletin önemine hakikatte nasıl vurgu yapabilir? Masalcı kendi yaşamında adil ise  o zaman ağzından çıkan adalet kavramı söz niteliğine bürünür. Çünkü o zaman masalcı bu kelimenin hem iç hem de dış varlığı ile temas kurmuştur. O sözün kendisi, ete kemiğe bürünmüş yaşayan örneği olmuştur. İşte bu söz dinleyenini değiştirip dönüştürme gücüne sahiptir.
Hülasa masalcı masalın taşıdığı hakikatker aracılığı ile değişip dönüştükçe, masalın özünü kendi benliğine kattıkça ruhunda açmış olan hakikat çiçekleri ile dinleyicisini de dönüştürebilir. Bunu yapamıyorsa hiç konuşmasa, hiç anlatmasa daha iyidir. Çünkü o suskunluk ham konuşmalardan daha bereketlidir. 

Biz derdimizi anlatmak için onca laf kalabalığı ettik. Ama biliyoruz ki bu derdi hikâyeler kısa ve öz daha iyi anlatabilirler ve çok daha güçlü etkiler bırakabilirler. O zaman sözü bereketli Anadolu topraklarının yetiştirdiği en büyük kamil insanlardan birisi olan İsmail Emre’ye bırakalım da bize bir hikâye anlatsın;

 “-İmâm-ı Azam devrinde halkı salgın halde sıtma tutuyor. Doktorlar bir türlü hastalığın önünü alamıyorlar. Nihayet sebebini anlıyorlar; kavundan oluyormuş. Halka münadilerle “Ey ahali! Kavun yemeyin; sıtmayı yapan kavundur.” diye tehlikeyi ilân ediyorlar. Fakat kimse dinlemiyor. Nihayet İmâm-ı A’zam’ın nüfuzundan istifade etmek istiyorlar. Ona rica ediyorlar: “Siz va’z edin; halk sizin sözünüzü dinler” diyorlar. İmâm-ı A’zam düşünüyor, parmaklarıyla bir şeyler hesap ediyor: “bugünlerde va’z edemem. Ancak 23 gün sonra va’z ederim” diyor. Doktorlar şaşırıyorlar: “Niçin 23 gün sonra?” diyorlar. İmâm-ı A’zam şu cevabı veriyor: “Ben 17 gün evvel kavun yedim. Kavun vücutta 40 gün kalır. 40 gün sonra yenen kavundan vücutta eser kalmaz. Ben 23 gün daha beklemeliyim ki 17 gün evvel yediğim kavun vücudumdan çıksın. İşte o zaman söyleyeceğim sözü tutarlar. Benim kanımda kavun varken halka nasıl “kavun yemeyin” diyeyim…***

*** İsmail Emre’nin Tasavvufî Sohbetleri, 14 Temmuz 1952, Sayı 51  (http://www.ismailemre.net/sohbetler.asp?yazno=1&katno=6)






24 Ağustos 2017 Perşembe

HİKÂYE ANLATICILIĞINDA SÖZÜN GÜCÜ-1-



SÜTTE ÇİĞ, VARLIKTA SÖZ MAYASI...


 Yoğurdun mayası yoğurttur. İnsanın mayası insan.

Uzun zamandır evde yoğurt yapıyorum. Mutfakta kaynaması için ocağa koyduğum sütün başında beklerken onun içten içten değiştiğini gözlemliyorum. Sütün bu değişim süreçlerine tanıklık etmek beni çok etkiliyor. Süt köpürdükçe düşünce âleminin kapıları da aralanıyor. Köpüklerden yapılmış bir kayığın içinde, düşünce âlemlerinin derinliklerine doğru tefekküre dalıyorum. Her bir düşünce dalgasının ömrü köpük gibi kısa oluyor. Ben de düşünce köpükleri uçup gitmesin diye onları yazıya döküyorum. Neler mi düşünüyorum? 

Sütü tencereye koyuyorum ve tencereyi ocağa yerleştirip altını yakıyorum. Süt yavaş yavaş ısınmaya başlıyor. Bembeyaz bir masumiyete bürünerek, sütün varlığının derinliklerinde saklanmış olan süt kokusu yavaş yavaş mutfağa yayılmaya başlıyor. Biraz sonra süt coşuyor ve üzerinde köpükler dans etmeye başlıyor. Bu aşamada biraz bekliyorum. Süt iyice kaynamalı. Taşmasın diye tencerenin başından da ayrılmıyorum tabii. Süt yeterince kaynayınca, taşmadan önceki aşamada altını kapatıyorum. İtiraf etmek gerekirse bazen süt elimden daha çevik davranıyor ve ocağın beyaz yüzeyinde yayılmak üzere tenceredeki yuvasını terk ediyor. Bu aşamada zamanlama çok önemli. Daha sonra kaynamış sütü tencerede bekletiyorum. Bekleyen kaynamış sütün üzerinde bir süre sonra sarı bir kaymak tabakası oluşuyor. Bu kaymak bana varlığı ile dış dünya arasına sınırlar koyan ve bu sınırların ardında kendi yalnızlığına çekilip kendi kendini mayalayan insanı hatırlatıyor. Oluşan kaymağı bir kaseye alıyorum. Taze kaymak sabah kahvaltılarımızın vazgeçilmez yiyeceği. Daha sonra tenceredeki sütün soğumasını bekliyorum. 

Bir zamanlar anneme; peki ama bu sıcak süt ne kadar soğuyacak anne, diye sormuştum. O da bana harika bir cevap vermişti. “Süt parmağını ısırmayınca bil ki mayalanacak zamanı gelmiştir.” O günden beri serçe parmağımı süte koyuyorum, süt beni ısırmazsa mayanlanma zamanının geldiğini anlıyorum. Sütü tencereden kaselere döküyorum. Önceden ayırdığım mayayı tahta bir kaşıkla alıp kaseye bir tutam koyuyorum ve kapağını kapatıyorum. Neden mi tahta kaşık? Çünkü benim mayam çiğ mayası. Evet, evet bildiğimiz doğadaki çiğ. Eskiler yoğurdunu böyle mayalarmış. Bizim neyimiz eksik :) Derler ki Hıdırellez zamanının ilk üç günü doğaya düşen çiğde çok yararlı mikroorganizmalar vardır. Doğa kendi kendini mayalamak için kullanıyor bu çiğleri. İşte bu ilk üç günde toplanan çiğ mayalama yeteneğine sahiptir. Bir arkadaşım geçen sene Bolu’ya gitmiş ve sabahın 4’ünde uyanıp elinde bir çorba kaşığı ile tam tamına 2 saat beklemiş. Böylece bir çorba kaşığı çiğ toplayabilmiş. Arkadaşımın o çiğden mayaladığı yoğurt mayasını kullanıyorum ben. Doğa ananın bilgeliği ve hüneri evimden eksik olmuyor :)

İçine maya konulmuş süt kasesini nazikçe çalkalıyorum. Daha sonra kaseyi sıcacık bir battaniyeye sarıyorum. Süt, battaniyesine sarılmış olarak 6-7 saatlik bir uyku çekiyor. Uyku zamanı bitince battaniyeyi açıyorum. O da ne? Sütün yerinde yeller esiyor. Yerinde doğal probiotik kaynağı, lezzetli mi lezzetli bir yoğurt var artık. Süt halden hale girerek, varlığının derinliklerindeki hazineleri paylaşıyor bizimle. Bir bakıyorsunuz kaymak, bir bakıyorsunuz kefir, bir bakıyorsunuz peynir olmuş.
Tüm bu süreçler beni; mayalanma, dönüşme, varlığın sırlarının ortaya çıkması, gizli hazineler konusunda düşünmeye davet ediyor. Yoğurt kendisiyle mayalanıyor. Kendini kendinden çoğaltıyor. Isınan süt halden hale girince varlığı akışkan sütten, daha katı ve lezzetli yoğurda dönüşüyor. Aynı şekilde insan da insandan mayalanıyor. Hakiki rehberlerin sözünden, halinden…

Bizler de süt gibi halden hale girmiyor muyuz? Varlığımızın derinlerindeki hazinelerimiz her an bilinmek için bizleri; rüyalarımızda, hayallerimizde, iç geçirdiğimiz anlarda, kalbimizin hızla çarpttığı her durumda ziyaret etmiyor mu? Ediyor vallahi. Bunu hem kendi arayışlarımda, manevi yolculuklarımda hem de eğitimlerime gelen bütün öğrencilerimin parıldayan gözlerinde görüyorum.

Eski varlığımı terk edip yeni bir varoluşa doğru yelken açmak istiyorum. Ama nasıl? Süt bana yol gösteriyor. Aşk ile. Aşksız olmuyor. Nasıl ki sütü ısıtan ateş onu yavaş yavaş değiştirmeye başlıyor, aşk da bizi böyle yavaş yavaş ısıtıyor. Varlığın hakikatini ortaya çıkarmak için ateş lazım, aşk lazım. Aşk ateştir. Aşk kaynaktır. İnsan kendi varlığının derinliklerinde gömülü hazinelere aşık oldu mu ve maşukuna ulaşmak için çaba sarfetmeye, emek vermeye başladı mı yolculuk başlamış demektir. Zamanı gelince yol bizi maşuka götürür. Ama nasıl? Benim deneyimime göre hocasız, rehbersiz, mürşitsiz olmuyor. Nasıl ki ben  önce süt tenceresinin altını yakan ve sonra da zamanı gelince taşmasın diye altını kapatan bir iradeyim, ruhun uçsuz bucaksız topraklarında yolculuğa çıkmış ve maşukunu arayan aşığın da aşkının zaman zaman harlanması, zamanı gelince de bu ateşin kapatılması gerekiyor. Bize yol gösteren kamiller aşk ateşini harlıyor ve zamanı gelince de onu soğutuyor. Hakiki rehberler öğrencisinin varlığının derinliklerindeki ateşin ne zaman yakılacağını, ne zaman harlanacağını ve ne zaman söndürülüp, dinlendirileceğini çok iyi biliyorlar. Peki bunu nasıl yapıyorlar? HAL ile. SÖZ ile. Hal’in kelamı yoktur derler, o yüzden onun hakkında yazmam zor. Ama sözün mayalama yeteneği hakkında bir şeyler karalayabilirim.

Yoğurdun mayası yoğurttur, insanın mayası insan. İnsan sözden mayalanır. Söz; manayı kucaklar. Söz hem sesleri hemde sessizliği kucaklar. Söz halleri insana taşır. Sarıp sarmalar bizi söz. Hem dıştan hem de içten. Dıştan ses ile içten mana ile. Söz içtir, tekliktir, mayalanmadır. Göz kapıları kapanırsa söz varlığın iç alemlerinde bir dansa durur. İnsanın hakikatini aşkla yakar, aşkla dönüştürür.

Söz kelime değildir. Kelimeler sözü taşıyan bir kaptır. O kabın içinde sözün hakikati gizlidir. Bu hakikat insanın iç âleminde, sessiz bir yerde yaşar. Bedende öte ruhun topraklarıdır burası. Görünmez bir âlemdir. Görünmez âlemdeki hakikatler bilinmek isteyince, artık görünür olmak istiyorlar demektir. Bunun için kendilerine giyinebilecekleri bir elbise ararlar. Başka bir deyişle kendisini tutacak bir kaba ihtiyaç duyarlar. Bu elbise (kap) kelimedir. Elbisesini giyen, kabına akan hakikat bizim dünyamızda var olmaya, görünür, duyulur olmaya başlar. Kelimeler yaşayan varlıklardır. Kendilerine ait bir iç bir de dış varlıkları vardır. Kelimelerin dış varlığı seslerdir, iç varlığı ise hakikatler. Söz bütün bunların toplamıdır. İnsanın mayası sözdür demiştik. Ancak kendi iç varlığından kopmamış, özü ve görünüşü bütün olan sözün gerçekten mayalama, değitirip dönüştürme gücü vardır. 

Peki bu söz kendi iç varlığını kimde buluyor? İnsanda. İnsan olmadan sözcüklerin hakikatleri yaşayacakları bir toprak bulamıyorlar. Sözcüklerin hakikatlerini yaşamış ve onların kelimelerini bulmuş bir üstat konuşmaya başladı mı, hakikat arayışında olan yolcuyu mayalar. O üstadın sözcükleri manayı taşır. Mana hakikatin habercisidir. Hakikatler giydikleri ses elbisesi sayesinde kulaktan girer ve bizim iç varlığımızda bizi mayalamaya başlar. Hakiki ustaların sözü doğadan alınmış çiğ mayası gibi sağlıklıdır, lezzetlidir ve mayalama yeteneği vardır. Mayalanma süreçlerinde dönüşüm için  zaman gerekir. Sütü sarıp sarmalamıştım ben, yoğurt olsun diye. Ustamın yanından ayrıldım mı kendimi de sıcacık şefkat battaniyeme sarıp, sarmalıyorum. Battaniyenin içinde uzun uzun tefekküre dalıyorum. İçimdeki sözlerin yarattığı dalgaları izliyorum. Ve varlığın kendisine, varoluşa şükrediyorum. Bir anlatıcı ve eğitmen olarak düşünce yollarında topladığım bu hakikatleri mesleğimle birleştirmeden de rahat duramıyorum. Zira tüm okumalarım ve keşiflerim hikâye anlatıcısının yoluna çıkmadan tamamlanmışlık duygusunu yaşayamıyorum. 

Mevlânâ’nın sözleri yankılanıyor kulaklarımda; “Ne zamanki bir hikâye dinleriz, evimiz değişir.” Bu bana, sözcükler aracılığı ile aktarılmış hikâyelerin (hakikatlerin) değiştirip, dönüştürme gücünü hatırlatıyor. Hikâyeler özellikle sözlü gelenek ürünleri (masallar, mitler, bilgelik hikâyeleri, vs.) varlıklarının derinliklerinde dönüştürücü potansiyeller taşırlar. Peki bu potansiyeller nasıl aktive olur? Kanımca anlatıcının varlığında. Anlatıcı hikâyesini anlatmaya başlamadan önce bir süre onunla hemhal olur. Vakit geçirir. İşte bu hemhal olma sürecinde hikâyenin manasını kendi varlık aleminde yeniden yaratır. Hikâyeden aldığı her türlü ilhamla kendi iç varlığında yeni bir ev kurar. Bu ev o hikâyenin, anlatıcısının iç dünyasındaki biricik ve emsalsiz bir temsilidir. Bu yapının bir kulübe mi, bir saray mı, yoksa bir mabed mi olacağı anlatıcının iradesine, verdiği emeğe bağlıdır. Anlatıcı hikâyeden bir saray, hikâyeden bir mabed yaptı mı artık dinleyeni ile buluşmaya hazırdır. Bu süreçlerden geçen anlatıcı sözcüklerin iç varlığını bilir. Anlatmaya başlayınca sözcükleri iç varlığından, manadan koparak gelirse  hikâyenin dinleyen, de sözle mayalanır. 

Neden hikâyeler anlatıyor, hikâyeler dinliyor, bize rehberlik edecek hikâyeler arıyoruz? Hepimiz bir mananın peşindeyiz. Hikâyeler de bize aradığımız manayı sunabilecek çok kıymetli varlıklardır. Varlığın hakikatleri hikâyelerin içlerinde gizlidir. Hikâye bir kaptır, içindeki hakikat ise cevheridir. Bu cevher bizi içimizdeki sevgilimiz ile buluşturur. Aşık ile maşukun vuslatında hikâyeler bu yüzden önemli bir görev üstlenirler. Anlatacağı hikâye aracılığı ile içindeki maşuk ile buluşmuş anlatıcının sözleri dinleyenini de kendi içindeki sevgili ile buluşturur. Bunun adına hikmetli anlatım diyebiliriz. Sözün hikmetine sahip anlatıcının dinleyecilerini de bu hikmet dünyasına davet etmesi ancak anlatıcı hikâye elbisesinin içindeki  “öz varlığa” ulaşabilmişse ve ondan sonra orada edindiği halleri, sözcükleri dinleyicisi ile paylaşırsa oluyor. 

Özetle hikâye anlatıcısının eğitimi çiğ sütten yoğurt olma sürecidir diyebilirim. Çünkü anlatıcı sözcüklerle dans edendir.  “ Dil çünkü ruhtan doğar ve ruh dokunan, gezen, hareket eden, meyve verendir… Her şeyi takibe alır, yalnız değildir, en ufak şeyi izler, izlenimlerle taşar, kaynar, bunca şey dili, hem de her kendini kaynatıp taşıranı farklı ve kendine mahsus bir usare ile bir çiçek açtırır, onu konuşturur.” ŞULE GÜRBÜZ

***Bu sözcüklerin, varlığı ve sözleri ile her daim beni mayalayan üstadım Metin Bobaroğlu olmadan varlık bulamayacağını çok iyi biliyorum .Hocamın varlığına şükran duyuyorum.


4 Nisan 2016 Pazartesi

HİKÂYE ANLATICISININ YOLU-2-



“Çocukluk taşkınlığı bir masalın tohumudur, bir anlatıcının doğumudur.” 


İllüstrasyon: Mila Lozanova



Hikâye anlatmak demek dinleyiciye hayal kurdurmak demektir. Dinleyene hayal kurdurtmak için öncelikli olarak anlatıcının hayal kurabilmesi gerekir. Hikâye anlatıcılığı hayal kurdurma sanatıdır diyebiliriz o halde. Peki ama neyin hayalini kuracağız? 

Anlatıcı, anlatmak istediği hikâyenin dünyasını kendi hayal aleminde yeniden yaratır önce. “Bir zamanlar bir kral varmış.” derken kralın nasıl göründüğünü, nasıl koktuğunu, nasıl baktığını, karakterini, yaşadığı yeri, çocukluğunu çok iyi bilir anlatıcı. “Peki ama bunu nereden bilecek? Yazılı veya sözlü kaynaklardan bize ulaşan masallarda, hikâyelerde sadece, “Bir zamanlar bir kral varmış.” ibaresi var. Kral ile ilgili diğer ayrıntılara pek değinmiyorlar ki!” cümlelerini duyar gibiyim. İşte bu yazının yazılış sebebi de burada başlıyor. Nereden bilecek biliyor musunuz? Tabii ki hayal dünyasından. Muhayyile yeteneği anlatıcının en değerli malzemesidir. Ressamın renkleri, kalemleri, heykeltraşın yontacağı taşı, müzisyenin notaları varsa anlatıcının da hikâyesini yaratmak için hayal dünyası vardır. (Hayal dünyasının ötesinde sözcükler, sesler, beden, mekân da çok önemlidir. Ama bunlar başka yazıların konusu) Tıpkı bir örümceğin ağını dokuması gibi, anlatıcı da hayallerinin ipliğinden anlatacağı hikâyesini yeniden dokur. Metinden kurtulabildiği, kendi masalını, kendi hikâyesini yeniden yaratabildiği zaman anlatısı sanatsal bir forma bürünür. 

Hayal dünyası, hayal kurabilme becerisi hikâye anlatıcısının en önemli malzemesidir. Hayal kuramayan, hikâye anlatamaz. Muhayyile yeteniğimiz ile zihnimizde istediğimiz imgeleri yaratır, zamanı ve mekanı aşarız. Yoktan var ederiz herşeyi, varı yok ederiz. İç alemlerimizin krallığında yaşarız. Çocukluk bahçesinde koşarız. İmkansız diye bir şey yoktur orada. Elmalar konuşur, yılanlar prense dönüşür, kule bize yeraltı diyarına nasıl gideceğimizi söyler, bir meyvenin içinden küçük bir kız çocuğu çıkar, biz uzay boşluğunda uçarız, aynı anda hem burada hem orada olabiliriz. Bir var oluruz, bir yok oluruz. Varlık ve yokluk varoluşun iki yüzüne dönüşür. Masalların, rüyaların, şiirin, edebiyatın, bilimin ve felsefenin temelinde hayaller vardır. Ruhumuz hayallerin diliyle konuşur. Sınırlı olanı aşma arzusu bize hep hayal kurdurur. 

Peki herkes hayal kurabilir mi? EVET.

 Tibet yaradılış mitinde çok sevdiğim üç temel öğe var; Üç yumurta. Biri siyah, biri beyaz, diğeri de siyah-beyaz benekleri olan bir yumurta. Anlatılan mite göre siyah yumurtadan kara ruhlar, beyaz yumurtadan aydınlık ruhlar doğar. Özellikle benekli olan yumurtadan biz anlatıcılar  için çok önemli olan bir şey doğar.  Bu yumurtadan “dilekleri için dua eden şey” açığa çıkar. Bu şey şekilsizdir. Ne dünyanın güzelliklerini görmeye gözleri, ne ilahi sesleri duymaya kulakları, ne mis kokuları içine çekecek bir burnu, ne tüm güzelliklere ve çirkinliklere dokunacak elleri, ne de tanrısal tadların tadına varabilecek bir dili vardır. Bu şekilsiz “şey”in sadece düşünmeye, hissetmeye ve duyumsamaya yarayacak bir ruhu vardır. Bu ruh; onun gören gözü, koklayan burnu, dokunan elleri, işiten kulağı, dünyanın tadına varan dili olur. Bu sayede bütün dünyanın güzelliğinin tadına varır ve kendine yepyeni bir dünya yaratır. Bu “şey”in adı Sangs-Po ‘ bum khri dir. Yani dünyayı yaratan Tanrı. Bu "şey" bizim tanrısal yönümüzü işaret ediyor.  Bu tanrısal güç hepimizin içinde mevcut. Bu beynimizin hayal edebilme gücüdür. Bir anlatıcı herşeyden önce kendi içindeki  Sangs-Po ‘bum khri’yi keşfetmeli. Ancak o zaman hayaller alemine yolculuk yapabilir, kendi içinde dünyalar yaratabilir ve başkalarını da bu dünyalara davet edebilir.

Bu Tanrı biz çocukken hep bizimle birliktedir aslında. Biz büyüdükçe içinde yaşadığımız sistem tarafından hayal gücü kanatlarımız kesiliyor ve içimizdeki bu Tanrı bizi yavaş yavaş terk etmeye başlıyor. Özellikle sanayi devriminden bu yana eğitim sistemi rasyonel aklın gelişimini destekliyor ve pozitif bilimleri yüceltiyor. Burada; neden-sonuç ilişkileri, ölçülebilir ve aklın egemenliğe giren her türlü bilgi yüceltilirken, sezgisel ve hayali olan küçümseniyor. Bizim toplumumuzda ailelerimiz de okulun temsil ettiği bu sistemi en iyisi sayıp bizleri doktor, mimar, mühendis olmaya teşvik ediyor. Hatta çoğu zaman zorluyor. Böyle olunca da içimizdeki öyküler anlatan, hayaller kuran, oyunlar oynayan mitsel yönü, yani  dilekleri için dua eden, dünyalar yaratan Tanrıyı   kaybediyoruz. 

Jungcu Psikiyatris Nancy Qualls-Corbet “Kültürümüzün LOGOS yanı bizleri, olmaktan çok yapmaya, deneyimlemekten çok başarmaya, hissetmekten çok düşünmeye değer vermeye yöneltiyor.” derken rasyonel aklın nasıl yüceltildiğini, irrasyonel yanımızın nasıl köreltildiğini çok güzel ifade ediyor. Bunları söylerken Logos’un değersiz olduğunu söylemek istemiyorum asla. Akıl zaten hak ettiği değeri alıyorken unuttuğumuz hayellerimizi hatırlamanın önemli olduğunu söylemek istiyorum sadece. Peki ama bizi terk eden Tanrı Sangs-Po ‘bum khri’yi evimize nasıl davet edebiliriz? Onun için iç alemlerimizde nasıl bir yuva hazırlayabiliriz ki  bizi bir daha hiç terk etmesin?

Çocukluğumuzu, çocuksuluğumuzu, içimizdeki çocuğu (içimizdeki yaratıcı güç, içimizdeki sanatçı) yeniden keşfederek. Çocukluk zaman içerisinde döngüsünü tamamlayıp yerini yetişkinlik çağına bıraksa da aslında hep içimizde bir yerlerde gizli kalıyor. Yetişkinlik zamanlarında çocukluk fiziksel bir halden ziyade dünya ile aramızdaki bağı belirleyen bir tutum oluyor. İşte bu tutumu keşfedip ona sarılmaya ihtiyacımız var. Ancak o zaman yeniden içimizdeki çocuğun iç alemlerimizdeki krallığın en güzel yerine taht kurmasına izin verebiliriz. Tahtına oturmuş çocuğumuzun yardımıyla en güzel hikâyeleri yaratıp, en güzel masalda yaşayıp, bunları en iyi şekilde anlatmaya başlarız. Gaston Bachelard “Çocukluk taşkınlığı bir şiirin tohumudur.” derken bunu çok güzel ifade ediyor. Ben de bu ifadeyi kendi sanatıma tercüme etmek istiyorum. “Çocukluk taşkınlığı bir masalın tohumudur, bir anlatıcının doğumudur.” 

Çocukluk taşkınlığında neler gizlidir? Çocuklar bize bu gizemi çok güzel anlatırlar. Sözcükleriyle değil. Varlıkları ile anlatırlar bunu. Varoluş biçimleriyle. Nasıl mı?

Çocuk için henüz doğrular-yalnışlar kategorisi oluşmamıştır. Çocuk dünyaya merakla bakar, sorular sorar, yetişkinlerin belirlediği “sınırları” aşmak için çaba gösterir çocuk. Cevaplarla yetinmez, yeniden aynı soruları sorup durur. Alışkanlıklarının esiri değildir. Sonuç odaklı değildir, yaşadığı andadır. Hayal kurar. Nesnelerin canı vardır onun için, onlarla konuşur, öper, yaralarını sarar onların. Masalları sever, hayal alemlerine dalar, onun dünyasında herşey gerçek olabilir. Onun terk gerçeği OYUNdur. Çocuğun dili hayallerin, oyunun dilidir. 

Biz de içimizdeki çocuksu tutumu keşfedip, onu besleyip, büyüttükçe hayallerimizin kapısını da aralamış oluyoruz böylece. Bunun için bol bol oyun oynamaya, masal dinleyip, okumaya ve anlatmaya, AN da olma pratikleri yapmaya, belli bir hedefimiz olmadan durmaya, yürümeye, gülmeye, koşmaya, coşmaya, yavaşlamaya, bildiklerimizi unutup dünyaya sorular sormaya, cevaplarla yetinmemeye ve çocuklarla zaman geçirmeye ihtiyacımız var. Bunları yaptıkça içimizdeki çocukluk gizlendiği yerden çıkıp bize gülümsemeye başlayacak. Sebepsiz, “saçma”, komik, anlamsız, fantastik varoluşlar yaşayacak. Böylece bol bol hayaller kurmaya başlayacak. Ancak o zaman hayal gücü kaslarımız çalışacak, çalıştıkça güçlenecek. İşte, içimizden bir hikâye anlatıcısı doğmaya başladı bile :)